Dante'nin Cehennemi'nden...002
Foucault Sarkacı, on ana bölümden oluşuyordu. Bunların, girişin hemen solundaki şekilde yeralan ve elle çizildiği anlaşılan Sefirot Ağacı’ndaki sefiraların adı olduğunu hemen fark etmiştim. Ama bu Sefira neyin nesiydi?
Kether ile başlayan kitabın ilk bölümü okunması ve anlaması neredeyse imkansızdı; bir o kadar da sıkıcı gözüküyordu.
Üzerinde çok durmadım. Kitabı tavsiye ettiğim kişilerin feryatlarını da aynı şekilde sakinleştiriyordum. Herşeye rağmen bir çok kişi okumayı tam da burada bıraktılar. Bu bölümü kitabın sonunda okumak çok daha aydınlatıcı ve anlaşılır kılıyor. Çünkü Kether'in kendi özünde de böyle bir anlamı var. Bütün bir kitabı Kether'in içinde bulabilirsiniz ve son eninde sonunda Kether'e dönüşür ve bir başlangıç olur. Bir döngüden söz ediyoruz. Sadece onu anlamaya çalışırsanız hiçbir zaman gerçekte ne olup bildiğini bilmeniz mümkün olmaz. Ancak diğer bölümlere Sefiralara doğru yolculuk etmeye devam ederseniz bu sefer modeli zihninizde canlandırırsınız.
Bir sonraki Sefirot olan Chochman’a, (kitaptaki çeviride Hokmah olarak okunuyordu) ilerlemek gerekiyor.
Kabbalah’ın gizli şifresinin içine ilerleyen yıllarda girdiğimde bu iki Sefirot arasındaki farkın kitaptaki farktan çok daha büyük olduğunu “anlayabildim.” Chochman – Bilgelik Sefirotu’nu idrak edişim neredeyse 10 yıl sonra olabildi. Zaten anlaşılması olanaksız Kether‘i ayırt edebilmek için O‘nunla, Chochman arasındaki, Sefirot Ağacı‘nda çok kısa görünmekle beraber, aslında çok uzun olan o “idrak” yolunu yürümek gerekiyordu.
Foucault Sarkacı’ndan o zaman diliminde ilgimi çeken tek şey Tapınak Şövalyeleri’ydi. Çok etkilenmiştim.
23 yaşındaydım ve o güne kadar evreni hep metaryalist felsefenin içinde marksist bir bakış açısı ile yorumluyor, rasyonellikten ve bilimden uzak durmamaya gayret ediyordum. “Bilim” fenomene dönüşmüş bir kavramdı. Aslında bir çeşit ibadet, tapınma şekliydi. Her fırsatta Tanrı’nın yokluğunu ispat edecek yeni buluşlar beklentisiydi. Çünkü Marks dini halkların afyonu olarak tanımlıyordu. Dinle, idealizmle bağlantılı herşey gericilikti; irrasyoneldi, sömürüye yönelikti. Buna hâlâ inanıyorum. Dinin bu etkiye sahip olduğunu düşünüyorum; fakat idealizm üzerine yeterince kafa yormamış olduğumu fark ettim.
Tapınak Şövalyeleri’nin hayat hikayesi ve günümüzle olan bağlantıları beni eninde sonunda Kabbalah’ın gizemli dünyasına çekecekti.
İlk başlarda Kabbalah’ın tanımınının etkisiyle, Musevi tasavvufu olduğunu düşünerek, anlaşılması ve izlenmesi imkansız bir yol olduğu fikrine kapılmıştım. Bu aslında çok da yanlış bir izlenim değil. Yakın olmadığınız, içinde yeralmadığınız bir kültürün inancını izlemek insana her zaman zor, hatta akıldışı gelir. Ancak entelektüel merak dürtüsü, bilme arzusu her türlü engeli anlamsız hale getiriyor.
Tasavvufun kendisi çoğu zaman dinin, inancın ve kabul görmüş kuralların dışında yeralır. İslam’da da tasavvuf zaman zaman din dışına çıkmak, sapkınlıkla, “batıni” olmakla bir anılır. Vahdet’i Vücut inancı kimilerinin derilerinin yüzülerek öldürülmesine neden olmuştur. Yeniçeri Ocağı’nın yakın durduğu Bektaşilik, Ocağın kaldırılmasıyla, bir süre sapkın bir tarikate dönüşmüştür.
Bu anlamda her musevi kabbalah’ın yolundan gitmediği gibi, musevi olmayan birinin kabbalah çalışmalarının içinde yeralması pekala olabilir, her ne kadar bu onu anlayacağı anlamı taşımasa da.
İlk kural şu ki; herhangi bir tasavvufi akımın içinde olmak, onu anlamaya çalışmak için Tanrı varlığınını kabullenebilmek gerekiyor. Tanrı’nın ne olduğunun tanımından çok farklı bir şey bu.
Nisan 2005 tarihinde Dharma’dan çıkan Ahmet Akıncı’nın Kabala çalışmasının sonsözü şu cümlelerle başlıyor:
“Büyük bir olasılıkla kitabı bitiren okurların büyük bir çoğunluğu şu an: ‘Bu da neydi böyle?’ demişlerdir.” Sayfa 331.
Evet, Kabbalah insanda “bu da ne böyle?” etkisi yaratacak cinsten büyük bir okyanus.
Tanrı’ya inanmayan; ama çok zeki birinin, ancak içindeki formülleri kavradıktan sonra mantığını çözebileceği, bununla birlikte “ne gerek var, ne yani?” diye yorum yapacağı bir şey.
Burada karşılıklı bir paradoks varmış gibi gözükebilir. Tasavvuf bir taraftan Tanrı’ya ulaşmanın O’nunla bir olmanın yoluyken, insanın kendi ruhunda O’nu aramaya çalışması, bulmasıyken, diğer taraftan da Tanrı’nın varlığını ispat etmeye çalışan bir bilgi de olabilir. Kabbalah kainatın her noktasında o kodları bulmaya çalışan bir “birlik” gibi de tanımlanabilir. Bu anlamda anlaşılması imkansıza dönüşebileceği gibi, bütün ömrünüzü verdiğiniz bir çalışma boş bir inan, yol da olabilir.
Belki de hiç görmediğiniz ya da fark etmediğiniz yepyeni bir dünyanın keşfi, yeniden tanımlanması, adlandırılması da…
Ve Tanrı’nın İlhamı ruhunuzda küçük de olsa bir ateş yaktığında artık bütün tasavvufi bilgilerle bütünleşebileceğiniz bir “aydınlanma” yaşanır.
Kether ile başlayan kitabın ilk bölümü okunması ve anlaması neredeyse imkansızdı; bir o kadar da sıkıcı gözüküyordu.
Üzerinde çok durmadım. Kitabı tavsiye ettiğim kişilerin feryatlarını da aynı şekilde sakinleştiriyordum. Herşeye rağmen bir çok kişi okumayı tam da burada bıraktılar. Bu bölümü kitabın sonunda okumak çok daha aydınlatıcı ve anlaşılır kılıyor. Çünkü Kether'in kendi özünde de böyle bir anlamı var. Bütün bir kitabı Kether'in içinde bulabilirsiniz ve son eninde sonunda Kether'e dönüşür ve bir başlangıç olur. Bir döngüden söz ediyoruz. Sadece onu anlamaya çalışırsanız hiçbir zaman gerçekte ne olup bildiğini bilmeniz mümkün olmaz. Ancak diğer bölümlere Sefiralara doğru yolculuk etmeye devam ederseniz bu sefer modeli zihninizde canlandırırsınız.
Bir sonraki Sefirot olan Chochman’a, (kitaptaki çeviride Hokmah olarak okunuyordu) ilerlemek gerekiyor.
Kabbalah’ın gizli şifresinin içine ilerleyen yıllarda girdiğimde bu iki Sefirot arasındaki farkın kitaptaki farktan çok daha büyük olduğunu “anlayabildim.” Chochman – Bilgelik Sefirotu’nu idrak edişim neredeyse 10 yıl sonra olabildi. Zaten anlaşılması olanaksız Kether‘i ayırt edebilmek için O‘nunla, Chochman arasındaki, Sefirot Ağacı‘nda çok kısa görünmekle beraber, aslında çok uzun olan o “idrak” yolunu yürümek gerekiyordu.
***
Foucault Sarkacı’ndan o zaman diliminde ilgimi çeken tek şey Tapınak Şövalyeleri’ydi. Çok etkilenmiştim.
23 yaşındaydım ve o güne kadar evreni hep metaryalist felsefenin içinde marksist bir bakış açısı ile yorumluyor, rasyonellikten ve bilimden uzak durmamaya gayret ediyordum. “Bilim” fenomene dönüşmüş bir kavramdı. Aslında bir çeşit ibadet, tapınma şekliydi. Her fırsatta Tanrı’nın yokluğunu ispat edecek yeni buluşlar beklentisiydi. Çünkü Marks dini halkların afyonu olarak tanımlıyordu. Dinle, idealizmle bağlantılı herşey gericilikti; irrasyoneldi, sömürüye yönelikti. Buna hâlâ inanıyorum. Dinin bu etkiye sahip olduğunu düşünüyorum; fakat idealizm üzerine yeterince kafa yormamış olduğumu fark ettim.
Tapınak Şövalyeleri’nin hayat hikayesi ve günümüzle olan bağlantıları beni eninde sonunda Kabbalah’ın gizemli dünyasına çekecekti.
İlk başlarda Kabbalah’ın tanımınının etkisiyle, Musevi tasavvufu olduğunu düşünerek, anlaşılması ve izlenmesi imkansız bir yol olduğu fikrine kapılmıştım. Bu aslında çok da yanlış bir izlenim değil. Yakın olmadığınız, içinde yeralmadığınız bir kültürün inancını izlemek insana her zaman zor, hatta akıldışı gelir. Ancak entelektüel merak dürtüsü, bilme arzusu her türlü engeli anlamsız hale getiriyor.
Tasavvufun kendisi çoğu zaman dinin, inancın ve kabul görmüş kuralların dışında yeralır. İslam’da da tasavvuf zaman zaman din dışına çıkmak, sapkınlıkla, “batıni” olmakla bir anılır. Vahdet’i Vücut inancı kimilerinin derilerinin yüzülerek öldürülmesine neden olmuştur. Yeniçeri Ocağı’nın yakın durduğu Bektaşilik, Ocağın kaldırılmasıyla, bir süre sapkın bir tarikate dönüşmüştür.
Bu anlamda her musevi kabbalah’ın yolundan gitmediği gibi, musevi olmayan birinin kabbalah çalışmalarının içinde yeralması pekala olabilir, her ne kadar bu onu anlayacağı anlamı taşımasa da.
İlk kural şu ki; herhangi bir tasavvufi akımın içinde olmak, onu anlamaya çalışmak için Tanrı varlığınını kabullenebilmek gerekiyor. Tanrı’nın ne olduğunun tanımından çok farklı bir şey bu.
Nisan 2005 tarihinde Dharma’dan çıkan Ahmet Akıncı’nın Kabala çalışmasının sonsözü şu cümlelerle başlıyor:
“Büyük bir olasılıkla kitabı bitiren okurların büyük bir çoğunluğu şu an: ‘Bu da neydi böyle?’ demişlerdir.” Sayfa 331.
Evet, Kabbalah insanda “bu da ne böyle?” etkisi yaratacak cinsten büyük bir okyanus.
Tanrı’ya inanmayan; ama çok zeki birinin, ancak içindeki formülleri kavradıktan sonra mantığını çözebileceği, bununla birlikte “ne gerek var, ne yani?” diye yorum yapacağı bir şey.
Burada karşılıklı bir paradoks varmış gibi gözükebilir. Tasavvuf bir taraftan Tanrı’ya ulaşmanın O’nunla bir olmanın yoluyken, insanın kendi ruhunda O’nu aramaya çalışması, bulmasıyken, diğer taraftan da Tanrı’nın varlığını ispat etmeye çalışan bir bilgi de olabilir. Kabbalah kainatın her noktasında o kodları bulmaya çalışan bir “birlik” gibi de tanımlanabilir. Bu anlamda anlaşılması imkansıza dönüşebileceği gibi, bütün ömrünüzü verdiğiniz bir çalışma boş bir inan, yol da olabilir.
Belki de hiç görmediğiniz ya da fark etmediğiniz yepyeni bir dünyanın keşfi, yeniden tanımlanması, adlandırılması da…
Ve Tanrı’nın İlhamı ruhunuzda küçük de olsa bir ateş yaktığında artık bütün tasavvufi bilgilerle bütünleşebileceğiniz bir “aydınlanma” yaşanır.
0 Comments:
Yorum Gönder
<< Home